Neyse ki “şimşekler”, çakar çakmaz ortamdan ayrıldı. İkimiz de birdenbire büyüdük. Derin bir nefes aldık ve “Bir dakika ya, ne yapıyoruz biz?” diye sorduk kendimize. Konuşmayı, sinirimizin bütün kırıntıları yatışsın diye bir gün sonraya erteledik.
Ertesi gün testten geçmiş bir dostluk atmosferinde, hem güzel fotoğraflar çektik hem de güzel güzel söyleştik. Bu kez Teoman kişiliğinin ardındaki hassas dengeleri daha iyi anladım. Onu sevdim ve sofrasından doygun kalktım.
Teoman’ı, şöhreti yakalamadan önce, barlarda çaldığı uzun yıllar boyunca çok az kişi dinledi. Bütün gün, akşam çalacağı şarkıları çalışır, bara tek bir müşteri gelmez, sadece kız arkadaşına söyler, sahneden inerdi. Güvenini hiç yitirmedi. Kendini hep binlerce insanın adını haykırdığı büyük konserlerde düşledi. Şimdi “Sevmek ne kelime, ona inanıyorum.” dediği Müslüm Gürses gibi bir Türkiye fenomeni bile onun Paramparça’sını okumaya hazırlanıyor. Böylece Teoman’ın duyguları, bir iki ay içinde çıkacak Müslüm Baba albümüne de sızmış olacak.
Teoman, 17 yaşında liseden mezun olduğunda tam olarak ne istediğini bilmiyordu. Birer yıl işletme ve matematik okudu. Daha sonra ‘sosyoloji’de karar kıldı; ama yedi senede zor bitirdi. İyi bir öğrenci olmadı hiçbir zaman; ama öğrendiklerini kendi yaşamına katabildi.
Sol kültürden geliyor; ama solculuk–sağcılık, ilericilik–gericilik, modernlik–muhafazakarlık gibi kavramların eskisi kadar net ve “sahici” olamadığını biliyor. Türkiye’deki sol partilerin dünyanın değiştiğinin farkında olmadığını, olanların da dünyalarını yeniden kurgulama becerisi gösteremediğini düşünüyor. Şu anda oy vermeye değer bir parti bulamıyor. Ama genelde bir partiye karşı özel negatif bir tutum gösteriliyorsa, inadına gidip o partiye oy veriyor. Geçmişte HADEP’e barajın altında kalmasın diye oy verdi. MHP’ye karşı da böyle bir tavır sezse, gidip MHP’ye oy verirdi.
Başları kapalı kızların üniversitelere alınmamasını “çok saçma” buluyor. Kimseye “çıkarın şu türbanı” denemeyeceğini düşünüyor. Çözüm için ilk geri adımı devlet atsın istiyor ve şöyle diyor: “Devlet diyebilir ki, ‘Birtakım insanlar bu işi inançları için, birtakımı da siyasal amaçlarla yapıyorlar. Biz bu ikincilerin kötü niyetlerine inanıyoruz; ama onların yüzünden diğer insanları mağdur edemeyiz. Devlet olarak hepsinin okullarına girmesine müsaade ediyoruz.’ Yani bazı insanların sanki hiçbir siyasal gösterge niyetleri yokmuşçasına davranması gerekiyor devletin. Böyle yaklaşırsa, sorun kendi kendine ortadan kalkar. Karşı tarafta da bir yumuşama olur. Kimi ezerseniz ondan bir reaksiyon görürsünüz. Bence bu kesimin reaksiyonları da en azından his olarak azalacaktır. Yani “Biz artık ezilmiyoruz ya!” diyeceklerdir.”
Geçmişte dinle alakası olmayan entelektüel sakalın da üniversiteye giremediğini hatırlatan Teoman, devletin, toplumun bütün dinamiklerini dikkate almak, insanların mutluluğu için çalışmayı kendine görev edinmek zorunda olduğunu söylüyor. Ve bir “şarkıcıdan” beklenmeyecek olgunlukla şöyle konuşuyor:
“Devletin kendini güvende hissetmesi, yukarıdaki insanların kendilerini güvende hissetmesi anlamına geliyor. Yani o savcılar, hakimler falan kendilerini güvende hissetmiyorlarsa eğer devlet de güvensiz. Onüç ondört yaşındaki imam hatipli kızlara kelepçe vuran ve aynı yaştaki Manisalı gençlere işkence eden zihniyet aynı. Devletin hiyerarşik yapısındaki otoriteyle ilgili bütün problem. Sorun üstten asta iniyor. Diyelim ki emniyet genel müdürü altlarına sanki tanrıymışçasına davranıyor, onlar da her biri kendi ufak imparatorluklarını yaratıyorlar. O en alttaki polis de kendisinin ezilmişliğini o onüç ondört yaşındaki başörtülü kıza yansıtıyor. Gidiyor ve utanmadan onun eline kelepçe takıyor. Kızlar başlarını ister kaparlar, ister açarlar. Artık bence devlet de yok orada. Orada bir kişilik problemi var. O kişinin problemi var. Yani her şey birbiriyle o kadar ilintili ki. Şimdi öğretmenler yürüyorlar. Pankartlar açıyorlar, sloganlar atıyorlar mesela ve polisler onların üzerine saldırıp öğretmenleri dövüyor. Öğretmenler ne yapıyor? Onlar da zaten evde kendi çocuklarını, okulda başkalarının çocuklarını dövüyorlar. Çünkü onları da çocukken annesi babası döverek büyütmüş. Şimdi o çocuklar da büyüyünce ya öğretmen, ya polis olacaklar; ama onlar da dövmeye devam edecekler.”
Peki önerisi ne Teoman’ın?
“Şimdi yapılması gereken şey herkesin sakin olması... Hepimiz, Devlet Bahçeli’den Mesut Yılmaz’a, oradaki polislerden saçı açılan kızlara kadar hepimiz bir nefes alıp birkaç saniye düşünebilsek. Biraz kafamızı kaşısak, sakalımızı sıvazlasak, düşünsek... Öyle bir yetişmişiz ki, hepimizin gardı yüksek ve bir anda yumruk atmaya niyetliyiz. Çünkü biliyoruz ki, birileri bize yumruk atmak üzere bu ülkede...”
Acaba Teoman, “antilaikler” ile “laikperestler” arasındaki savaşın, yolsuzlukları saklamaya çalışan bir perde görevi üstlendiğini mi düşünüyor?
“Bunu bir komplo teorisi gibi söylemiyorum; ama hakikaten de öyle bir şey oluyor. Yani hepsi rol çalıyorlar, gerçek başka bir tarafta. Gerçek, insanın doğasında gizli. Biz hâlâ görüntülerle uğraşıyoruz.”
İnsan tabii Teoman’ın “ötekisi”ni merak ediyor:
“Ben dünyanın en tutarlı insanı değilim. Tabii ki kendi içimde benim oluşturmaya çalıştığım idealim olan bir Teoman, olmayan Teoman var. Benim ötekim Türkiye aslında. Ben devlete de benziyorum, İslamcı kesime de, MHP’ye de, onların ötekilerine de. Benim de içerimde totaliter, dediğim dedik bir diktatör var. Ama aynı zamanda çok demokratik bir damarım da, insanlar arasında eşitlikçi bir inancım da var.”
Teoman’la 11 Eylül dahil, değinmediğimiz bir konu kalmadı. Kendisini önyargısız, aydınlık ve birikimli buldum. Korkak olduğu kadar da cesurdu içini açarken. Yarın Teoman’ı daha yakından tanıyacağız. Onu siz de seveceksiniz... Hayatın, onun içinde hem bir yara olduğunu hem de yaralarını hayatla sardığını göreceksiniz. O zaman kalbinin kırıklarını aldırıp, zırhını çıkartıp portmantoya nasıl astığını daha iyi hissedecek, güzel vücutlar, boş suratlara karşılık onun yenmiş tırnaklarını, titrek ellerini tercih edeceksiniz.
Teoman hem şarkılarıyla hem de kişiliğiyle diğer şarkıcılardan farklı birisi. Sol kültürden geliyor. Ama Türkiye’deki solun dünyadaki değişimin farkında olmadığının farkında. Başları kapalı kızların üniversitelere alınmamasını çok saçma buluyor. Çözüm için ilk adımı devletin atmasını bekliyor. Manisalı gençlere işkence eden zihniyet ile imam hatipli kızlara kelepçe vuran zihniyet ona göre aynı. Kendini ise hem demokrat hem totaliter olarak tanımlıyor.
Yılmaz’ın değil, Türkiye’nin resmi
Geçen haftaki Mehmet Nuri Yılmaz söyleşisine yüzlerce mail geldi. (Herkese yanıt vermeme rağmen, bilgisayarımdaki bir arıza nedeniyle bazılarına cevabım değil, kendi metinleri geri gitmiş, pardon.) Anladığım kadarıyla o satırları bana yazarken hepsinin yüzünde acı bir tebessüm vardı. Sorularıma cevap verilemeyişinin, “ketumiyetten” kaynaklanmadığında herkes hemfikirdi.
Bu, Başkanın şahsında bir Türkiye Cumhuriyeti resmiydi. Bu resimden asıl utanması gerekenler fikir açıklama yetkisi bile bulunmayan bir bürokrat değil, “onun hiçleştirilmesinden” yarar uman siyasilerdir. Cevap veremediği sorular, Sayın Yılmaz’a, bir okurun deyişiyle “siyaset üstü kalmaya çalışırken kendisinin üstünde siyaset yapıldığını” görmesine vesile olmuş olsa gerek...
NURİYE AKMAN
06.04.02
06.04.02
0 yorum:
Yorum Gönder