21 Nisan 2014 Pazartesi

Sesli Düşünenler, Teoman Röportajı (Sedef Kabaş, 6 Mart 2002)

    İNSANLARA GÜVENMEDİĞİMDEN BAŞTAN ALDATILDIĞIMI KABUL EDERİM!!! 
    

      Sedef Kabaş:Dördüncü albümünüz, ''gönülçelen''le kimlerin gönlünü çeldiniz?
      Teoman:Umarım alanların hepsinin gönlünü çelmiştir. Gönülçelen kitap olarak zaten gönlümü çelmişti, o yüzden bu albüme onun ismini verdim.

      SK:Gönülçelen, Amerikalı yazar Salinger'ın ünlü romanının adı. Türkçe'ye hem gönülçelen hem de Çavdar Tarlasında Çocuklar adıyla çevrilmiş. Zira orjinal adı The Catcher İn The Rye.

      Teoman:Tam çevrilmiyor zaten, o yüzden bir tanesi Gönülçelen demiş, o Fransızca'dan çevrildiği için. Bir diğeri de Çavdar Tarlasında Çocuklar. Bu normale biraz daha yakın, ama ben Gönülçelen ismini daha çok seviyorum.

       Sk:Ne zaman gönlünüzü çeldi bu roman?

       T:Yıllardır okurum bu romanı, zaman zaman alıp yeniden okurum. Hatta öyle bir şey ki, Gönülçelen romanını yanımdan eksik etmem.Mesela İngiltere'deydim, canım onu okumak istedi, bir tane daha aldım. Evde 10-15 tane The Catcher İn The Rye'ın bütün versiyonları var, hatta Fransızca bilmem ama Fransızcası da var. Şimdiki niyetim, diğer dillerde olanlarıda toplamak.
      SK:Hangi noktaları sizi gönlünüzden vurdu?

        T:Oradaki kahraman, Holden Cauldfield öyle bir kahraman ki, çok absürd. Yani bildiğimiz vurdulu kırdılı, herkesi yenen kahramanlardan değil. Bunlar normalde belki dünya içerisindeyenikler, ama bunlar ağlayan zırlayan sürekli şikayet eden kahramanlar değiller, kendi dünyaları var. Kendi dünyaları içerisinde mutlular mutsuzlar o ayrı ama çok da kendilerini yenik hissetmiyorlar. benim çok sevdiğim absird kahraman formu Holden Cauldfield karakteri. O yüzden onu okuduğum zaman sanki bir arkadaşla sohbet ediyormuşum gibi hissediyorum kendimi

        SK:Holden Cauldfield aslında bir çocuk samimiyetinde, naif, temiz, her türlü kirlilikten arınmış bir karakter.
        T:Aynı zamanda yalanlarda söylüyor, kitap içerisinde birdenbire kendini palavra atar buluyor ama nedeni de yok, fakat aynı zamanda da gururlu bir çocuk. Böyle herkesle uzlaşmayan, yani içerisinde negatif şeylerde olsa da, çok gerçek duruyor.
         SK:Çok doğal olduğu için de hem artıları, hem eksileri olan bir karakter. Pekibu kitapta olduğu gibi siz de insanların büyüdükçe lekelendiğini, eğitim sisteminin aslında çocuklara yargılar yüklediğine inanıyor musunuz?      

     T:Dünya hakikayen siz büyüdükçe kirleniyor. İnsanlar bu dünyaya ayak uydurma gereğini hissediyorsa, bir şekilde uzlaşmaya çalışıyorlarsa, onlarda dünyayla birlikte kirleniyor. Ergenlikte bunların hepsi bağışlanabilir, ama büyüdükçe ve uzlaştıkça hakikaten insanlar Cauldfield'ın o saflığını yitiriyorlar

          SK:Çocuk Teoman ile bugünkü Teoman arasında bir hesaplaşma yaşandımı?
           T:Kendimle ilgiliçok beğendiğim bir husus bu aslında, ben kendimi büyümüş hissetmiyorum. Yıllar geçiyor ama hala ben ergenlikteki hislerimi saklıyorum. Tabii ki, o zamanın saflığını insan yitiriyor. Başka birtakım şeyler de oluyor, yani diyelim ki albüm çıkarıyorsunuz ondan sonra röpörtajlar oluyor, kendinizi sürekli anlatır buluyorsunuz falan, bu şekilde sentetik bir şeye dönüşüyor. Birdenbire insan kendini otomatik pialotta anlatır buluyor, kendinizi tek boyutlu bir şeye dönüşmüş buluyorsunuz. 

           SK:Sizin yaptığınız işlerde belkide o saflığı, temizliği koruyabilmek çok zor örneğin Salinger, yani bu kitabın yazarı, buna çok güzel bir örnek. Gönülçelen onun yazdığı ilk ve tek roman. Bu romandan sonra çok popüler oldu. O ise kendisine verilen bütün ödülleri reddetti, hiçbir röportajı kabul etmedi ve inzivaya çekildi.          

  T: 20 senedir falan kimseyle görüşmüyor.

            SK:Evet, gizemli bir hayatı var ce hala böyle bir hayat sürdürüyor. 83-84 yaşında ve hala kendisine hiçbir gazeteci, dünyanın hiçbir tarafından ulaşmış ya da tek bir röportajı dahi yapmış değil, o anlamda çocuksu saflığını, temizliğini koruduğu iddasında.            

T: Evet Salinger bunu yapçmış, ama bizler yapamıyoruz
            SK:Size şöyle bir eleştiri yöneltildi mi: ''Hem Gönülçelen romanına sarılıyorsunuz, hem de ondan sonra yüzlerce röportaj veriyorsunuz''          
  T:Bu soru bana hakikaten soruluyor. Hatta ben de kendi kendime soruyorum. Ama sonuçta sevdiğiniz bir şeyi yapıyorsunuz, hakikatenbu albümü yazarken, kayıt ederken onunlailgili hayallerkurarken  1,5 sene uğraşıyorsunuz. Ondan sonra albüm çıkıyor, bir başka çaba içerisine giriyorsunuz, birdenbire kendinizi lüks bir otelde, normalde çok rast gelmediğiniz insanlarla, kravatlı insanlarla iş konuşurken, para konuşurken falan buluyorsunuz. Birdenbire çok yabancılaştırıyor tabii bu, ama onun da bir çaresi var rehabilitasyon süreci var. Sonra evine gidiyorsun, işte gitarını çıkartıyorsun, diyorsun ki ''Hayır ya, ben öyle bir insan değilim, aslında bunları iş diye yapıyorum''. Niye bunları yapıyorum, hepsi bu sevdiğimşeyi, daha çok insana ulaştırmak içi ve hakikaten doğru. İnsanlarla paylaştırmak için aslında. ''Ben bu işi şöhret için, para için yapmıyorum'' diyorsun kendi kendine. Evde rehabilitasyon sürecine giriyorsun. Ama bu bahsettiğiniz soruları kendime soruyorum zaten
           
 SK:Salinger, phony tanımını kullanır, yani sahtekar, düzenbaz, ikiyüzlü anlamında, İdealist olmakile phony olmak arasında ince bir çizgi vardır.           
   T:Yani bazen phony tarafı oluyor insanın, ama arada ben kendimi affediyorum öyle şeylerde
            
SK:Şimdi biliyorsunuz John Lennon'ı vuran Mark Chapman'ın çantasından Salinger'ın bu romanı çıktı. Daha sonra ifadesi alınırken, Chapman '' o kendisini idealist zannediyordu ama aslında o bir phonydi'' demişti       

       T:Öyle mi, bunu bilmiyordum. (şaşırıyor). Aslında Lenonla ilgili benim fikirlerim de biraz öyle. Yani idealist ile phony arasında gidip geliyor, hatta phonye çok yaklaştığını düşünüyorum. Ama insanları o kadar da uzaktan yargılamamak lazım.
              SK:Çocukluğunuza dönüp baktığımızda, kitaplardan oluşan bir dünya var.         
      T:Ben hayatımın büyük bir bölümünü, evde yalnız kitap okuyarak, film izleyrek geçiriyorum. Yani günde 3-4 saat kitap okurum, onun altına hiç düşmüyorumdur... DÜnyayı çok sıkıcı buluyorsanız, gerçek hayata çıkıp biriyle sohbet edeceğinize, şu kitabı okumak daha güzel. Arkadaşlarınızla hemen hemen aynı şeyi konuşacaksınız, oysa bir kitap okuduğunuzda, daha güzel bir arkadaş edinmiş oluyorsunuz. Çocukluğumda da böyleydi, hala böyle
                SK:Tahmin ediyorum, albümünüz Gönülçelen romanının satışını etkilemiştir.       
         T:Bir evvel ki baskısı, yani Gönülçelen adıyla olanların hepsi bitmiş. Son 20 taneyi ben aldım.
                SK:Sizde çok ciddi bir Gönülçelen koleksiyonu var     
          T:Var hatta onlar çok dğerli oldular, çünkü artık Gönülçelen, Çavdar Tarlasında Çocuklar olarak çıkacak.
               SK:Teoman'ı özgün bir şarkıcı olarak değerlendirilmesinde en önemli etken ne sesi, ne görünüşü, ne de çaldığı enstrüman ama yazdığı sözler desem...     
           T:Yani ben de öyle olduğunu düşünüyorum, sizinde böyle düşünüyor olmanız beni mutlu eder. Ben bir şeyler anlatmaya çalışıyorum, sadece müzikal değil anlatmaya çalıştığım şeyler, şarkıların içerisini mümkün olduğunca fazla doldurarak insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Onların hepsi içlerinde bir atmosfer olsun, insanlar o sözleri dinlerken her seferinde kaflarında başka görüntüler canlansın istiyorum.

                 SK:Şarkı sözü dışında başka denemeleriniz varmı ?
              T:Benim şarkı yazmadan önce de yaptığım çalışmalar var zaten. Çocukluğumdan beri öyküler yazıyorum. Bakın, hemen hacaya girdim

                SK:İnşallah o yazdıklarınız duruyordur.
               T:Durmuyor, onları tekrar okumak isterdim. Fakat ben çok utangaçtım, biri bulur diye hepsini yok ettim çocukken. Ama 5-6 sene evvel yazdığım 30-40 sayfalık bir roman taslağım var onun üzerine ara ara yazdığım yazılar var. İkişer ikişer sayfa hazırladığım, kendi fikirlerim var. Niyetim önümüzdeki sene onları bitirmek.

                SK:İleride o utangaçlığınızı bir kenara bırakıp bunları paylaşacak mısınız?
             
T:Yok artık utangaç değilim. O yelkenleri suya indirdim artık. İnsanlarla bir şey paylaşmayacaksam kendi kendime yazmam
               SK:Neden hüzün sanatçıların ilham perisi?
                T:Günlük güneşlik havada insanın canı hiç şarkı falan yazmak istemiyor. Eğer benim mevsimim sorulursa, ben sonbahar derim. Hakikaten sonbahar, ilkbahardan, yazdan kıştan daha güzel bir mevsim. Sonbahar ilham vermekte çok daha avantajlı
                SK:Albümde çok cesur bir erkek portresi var, zira buradaki erkek aldatıldığını itiraf ediyor.
                T:Yani?
                SK:O ben değilim mi diyorsunuz?
                T:Bir kere ben baştan korkak bir adam olduğumdan ve hiçbir şekilde insanlara güvenmediğimden, baştan aldatıldığımı kabul ederim zaten.
                SK:Aldatıldığınızı önceden söylemek acaba aldatma şansınımı veriyor size?               
  T:Öyle üçkağıt için yazmadım ben bunu. Öyle hissetmiyorum amabaştan kabul ederseniz rahatlarsınız yani.
                 SK:Şimdi birazkonserlerinize de değinmek istiyorum. Sizin konuk olacağınızı duyunca, okuldaki öğrencilerim çok heyecanlandı. Bir öğrencim lütfen Teoman'a sorar mısınız,'' niçin konserleri öncesinde dinleyicilere merhaba demiyor ve konseri bittikten sonra hoşçakalın demiyor'' dedi.                  

T:
Diyorum canım! Şöyle bir şey oluyor, zaten müzikle sahneye çıkıyorum ben, arkada müzik oluyor, konsantrasyonumu tamamlamış oluyorum, direk parçalara giriyorum. Şarkılar sayesinde artık insanlarlabir şey paylaşacakken teşekkür ediyorumbelki arada merhaba diyor muyum, çok emin değilim... Bitirirken de genelde yaptığım minik konuşma var, son parçamız falan. Bob Dylan da aynısını yapıyor. Şarkılarını çalıyor ve gidiyor. Ben zaten şarkılarda konuşuyorum yani bir de orda '' nasılsınız çocuklar, iyi misiniz, hamdolsun'' diye konuşacak halim yok. Bazıları bir şarkı söylüyor sonra 15 dakika aklına gelen saçma sapan şeyler anlatıyor. Ben o  konsere gitsem, kendimi keserim sıkıntıdan.
               
SK:Portreler programında ''hüzünlü bir parçayı söylerken pırıl pırıl bi sesle söylemek istemiyorum'' demiştiniz. ''Tam aksine çatallaşmış bir sesle söylemek o hüzünlü parçanın anlamını daha kolay aktarmama yardımcı oluyor'' demiştiniz.                T:Evet, artık canlı konserlere bile öyle çıkıyorum. Normalde konsere çıkarken sesler açılır, en iyi sesinizi bulursunuz falan, bu özellikle o pırıl pırıl ses tekniğini kullanmamaya çalışıyorum. Ben albümdeki parçaları daha  iyi söylerdim, teknik olarakdaha iyi söylerdim, ama duyguyu verirmiydim bilmiyorum
               

                                               

Sedef Kabaş
6 Mart 2002

20 Nisan 2014 Pazar

Gönülçelen'in Hikayesi, Teoman Röportajı (19.01.2002)

Boğaziçi'nden bulaşıkçılığa...     


Hesap-kitap işlerinin kendisine uzak olduğunu anlayan Teoman, Boğaziçi Üniversitesi'ni bırakıp İngiltere'ye gitti. Üç kuruşa bulaşıkçılık yaptı

İnsanlarla ilişki kurmayı ancak üniversite yıllarında öğrenebildi. Hala becerdiği konusunda kuşkuları var: 'Ne gam... Hayal dünyam bana yeter'

evlilik yok onun şarkılarında. Bir gün bir yerlerde yolların kesişmesi var. Dağınık yataklardan çekip gitmeler, her gece aldatmalar, sonra geri dönüp bakmalar, geçmişle hesaplaşmalar var... Özgür ilişkilerden, menzilsiz sevgilerden yana bir adam Teoman... Zaman zaman savunmasız kalıp, içindeki boşluğu 'mevsim rüzgarlarıyla' doldurduğu da oluyor. Öyle zamanlarda çocukluğunu, uçurtmasını, babasını özlüyor... Sonra 'Bir şehri tam kalbinden vurup gitmek' istediği ya da 'akmayan zamanlarda mutluluğu sokaklarda' aradığı da oluyor. Bir gitar, birkaç kitap ve yalnızlığıyla baş başayken bestelediği şarkılarıyla tanıdığımız Teoman'ın geçmişine bir yolculuk yapacağız bu yazı dizimizde. İşte Teoman'ın gönülçelen hikayesi...
 Mavi gömlekli avukat
Yıl 1967, aylardan kasım. Yer İstanbul. İşte böyle başlıyor Teoman'ın hikayesi... Avukat Hasan Basri Yakupoğlu ile ev hanımı Şaziment Hanım'ın ilk ve tek çocukları. Tünel'in tarih kokan sokaklarındaki Doğan Apartmanı'nda açar, hayata gözlerini. Daha üç yaşına basmadan tanıma fırsatı bile bulamadığı babasıyla yollarını, ölüm ayırır. Bahçelievler'e taşınır annesi, anneannesi, teyzesi ve halasıyla birlikte. Kadınlarla iç içe geçecek bir hayat başlamıştır. Teoman'ın aklı ise ömür boyu unutmayacağı babasında kalmıştır. Mavi gömlek giyen, Ecevit'i çok seven ve raflar dolusu kitap hatmeden avukat babasında.

'Resimlerine baktığım zaman babamın bana çok benzediğini görüyorum. Etraftan anlatılanlara göre çok çıkıntıları olmayan, uzlaşmacı, iyi ilişkiler kuran ve herkesin sevdiği bir adammış. Aynı zamanda hercai tarafları da varmış. Çok çalışkan değil ama zeki sayılabilecek; en azından yıl kaybetmeden okullarını bitirebilmiş, buna rağmen mesleğinde hiçbir zaman zirvelerde olmamış babam. Bir de tıpkı benim gibi hayalperest, sanata, edebiyata düşkün ve şiirler yazan adamın biriymiş.'

Yalnız ve canı hep sıkkın bir çocuktur Teoman. Eğlensin diye götürüldüğü sirklerde bile güldürülmesi mümkün olmayan. Hiçbir şey yaşamadan her şeyden bıkan bir çocuk...

Ve yalnızlığını, hayali kahramanlara sığınarak unutmaya çalışır. Ne tetris ne de bilgisayar olmadığından, döneminin diğer çocukları gibi çizgi romanlara verir kendini... Kocaman bir bulut gibi üzerine gelen zamana; bazen Tom Miks bazen Mister No olup kafa tutar...

Bir yandan da gitara takar kafasını. İlk kez de ortaokulda gitar sahibi olur. Ama ne çalmak için eğitim alacak parası ne de öğretecek bir arkadaşı vardır. Boynuna takarak gezdiği enstrümanın tellerine lise yıllarında dokunabilir, ancak. Her nota başka anlamlar ifade etmeye, yaşadıklarını sözlere dökmeye başladığı gün ise verir kararını; hayatını müzikten kazanacaktır. Aslında 10 yaşına girdiğinde şarkıcı olmak için ilk tohumlar atılmıştır beyninde. Saçlarına sürdüğü jöleler, objektiflere verdiği Elvis Presley'vari pozlarla zaten kendisini öyle hissetmektedir. 

Çocuklar hiç büyümez
21 yaşına geldiğinde annesiyle yollarını ayırır. Çünkü özgürlüğüne düşkündür. Gerçi annesi çok fazla karışmaz ama, o yine de küçüklüğünden beri içinde taşıdığı yalnızlığı bir başkasıyla paylaşmak istememektedir. Veda eder, kitapları ve gitarıyla kendi başına yaşayacağı bir ev tutar kendine. Bu ayrılığın ardından annesiyle sık sık görüşse de birbirlerini çok sevmelerine rağmen didişmeden de edemezler... 'Aslında konu annem değil genelde kimseyle çok iyi anlaşamam ben. Annemle ilişkilerim ise her şeyden çok daha komik. Düşünsenize bu yaşa gelmişim hala ona 10 yaşındaki tepkimi veriyorum. Başkalarında da onu görüyorum 30-40 yaşında olsa da insan, hala annesiyle 8 yaşındaymış gibi bir ilişki içerisinde. 'Ya anne yaaaa' gibi... Aslında hala onun gözünde küçük oğluyum ama bana karşı yine de temkinli davranıyor. Beni iyi tanır çünkü. Çalıştığım tüm insanlar gibi onunla da arama mesafe koymuşumdur.'
Gurur kıran macera
Bu arada Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nü kazanır. Okula attığı adımla birlikte değişiklikler de başlar. İlk önce saçlar uzatılır, sonra derin hayallere dalınır. Ama bir süre sonra memnun olmadığını anlar okuldan. Bakar ki hesap, kitap işleri kendisine uzak, bırakır işletmeyi. Hem bir süre kafa dinlemek hem de farklı ufuklara yelken açmak için Londra'nın yolunu tutar. Aslında biraz da müzik eğitimi almaktır amacı:

'İngiltere'ye gittim ama benim için biraz şımarıklıktı bu macera. Burada geçinebiliyordum az çok ama orada ayakta kalabilmek için bulaşıkçılık yapıyordum. 3 gün çalışıp sadece yarım saatlik ders parasını ancak çıkartabiliyordum. Çok da gururum kırılıyordu bulaşık yıkarken, 'Ulan böyle adam mıyım hem müzisyenim hem de Boğaziçi'ni bıraktım' diye ama eve gidip de ağlamıyordum hiç olmazsa...'

Sonra yeniden Türkiye'ye döner. Bu kez Boğaziçi Sosyoloji Bölümü'nü kazanır. Bu gelişmeyi yakın arkadaşlarla birlikte kurulan 'Mirage' adlı grup takip eder. Bestelediği ilk şarkılar ise İngilizce'dir...

'İlk başta İngilizce besteleyip söylediğim için her şey çok farklıydı. Amacım yurtdışına açılmak, Amerikalar'a uzanmaktı. Ama zamanla düşüncem değişti. Belki de ayaklarım yere basmaya başladı. Türkçe'ye dönüştürdüm şarkılarımı. Bu da ticari bir nedenden dolayı değildi. Bir Türk'tüm ve Türkçe düşünüyordum, şarkılarımı İngiliz taklidi yaparak söylemek ters geldi bir noktada. Ve sonra o koca planlarım, ileriye dönük hayallerim küçüldü. İlk şarkılarımı yaptıktan sonra dedim ki kendi kendime: 'Küçük konserler vereyim, barlarda çıkayım ve kendi müziğimi yapayım. Sadece Taksim civarında tanınayım yeter.' Bu arada küçük bir bocalama dönemi de geçirdim. Müziği bırakma kararı aldım ama onun yerini neyle dolduracağıma karar veremiyordum. Acaba dedim 'Bir işe mi başlasam?' Ama hemen bu fikrimdem vazgeçtim. Normal insan ilişkilerini zor kuruyordum patron-çalışan ilişkisine girmeyi hiç göze alamadım açıkçası...' 

Barlardan meydanlara
90'ların başına kadar Mirage ile müzik yapar. Derken Black Rose, Mavi Sakal ve İndianas adlı gruplarda gitar çalar. 1991 yılından itibaren yalnız başına çalmaya başlar. 5-6 yıl boyunca yazları Bodrum'da, kışları İstanbul'un barlarında yankılanır şarkıları. Bir yanda da boş durmaz, besteler yapar yaşadıklarına dair... 1993 yılında ilk demosunu hazırlar. Artık şarkılarının barlardan çıkıp meydanlara, azınlıklardan çoğunluklara ulaşma vakti gelmiştir. Sadece çaldığı bir kaç kapıdan olumlu tepkiler alır, beğenilmektedir ama prodüktörler yapılmayanı yapmaya cesaret edemezler. Aylar süren uğraşların ardından yolları Rıza Erekli ile kesişir. Şarkıları çok beğenen Erekli, 'Bunlar çok iyi parçalar ama biraz daha Türk halkına yakınlaştırmak gerek. Harika bir stilin var gel albüm yapalım' diyerek sadece ona kucak açmakla kalmaz starlığın kapılarını aralayan 'Papatya' şarkısını da besteler. Geriye sadece bir şey kalır; albümün üzerine isim olarak ne yazılacaktır?... 'Teoman Yakupoğlu olarak geçmesini istemedim çünkü çok ciddi duruyordu. Tek başına Teoman ise biraz ????ça geldi ama sonunda yine Teoman'da karar kıldık' diyor kendisi... Ve emekler meyvesini verir... 
Ya anne yaa
Annemle ilişkilerim her şeyden çok daha komik. Düşünsenize bu yaşa gelmişim hala ona 10 yaşındaki tepkimi veriyorum. 'Ya anne yaaaa' gibi... Galiba herkes biraz öyle.
En iyi dostum Tom Miks
'Çok içe dönüktüm küçükken. Hiçbir şeyi halledemiyordum içimde. Paylaşacak bir şeyim olmadığından ilişki kurma ihtiyacı hissetmiyordum. En mutlu olduğum anlar evde, odamda olduğum zamanlardı. Orada kendime, kimsenin anlayamayacağı dünyalar kuruyordum. Birileri eve geldiği zaman ya da biz birilerine gittiğimiz zaman çok sıkılıyordum. Kendimi hemen odama atmak, o boğucu zamanlardan, mekanlardan bir an evvel kurtulmak istiyordum... İnsanlarla ilişki kurmayı ancak üniversite yıllarında öğrenebildim. Gerçi hala becerdiğim de söylenemez ya... Sık sık sinemaya giderdim. Sonra televizyon geldi onu izlerdim. Oradaki dünya daha çekici gelirdi bana...

Hayali kahramanlarla o kadar bütünleşmişim ki, yıllar sonra onların benim bir parçam olduğunu görüyorum... Çünkü normal hayattan hala o kadar kopuğum ki, komşularımın, bakkalımın adlarını bile bilmem. Ama çocukken okuduğum kitap ve romanlardaki kahramanların ismini hiç unutmadım. Şöyle de bir kanı oluşmuş bende; sanki gerçek hayattakiler çok renksiz, sıradanmış da, onlar canlı, kıpır kıpırmışlar gibi geliyor bana. Bunun yanlış bir şey olduğunu biliyorum ama o kadar iç içe olduktan sonra böyle düşünmemin aslında garip olmadığına inanıyorum. Ve öyle yakın hissediyorum ki onları kendime; Tom Miks'teki Konyakçı'nın amcam olduğuna inanıyorum hala...'
 

Elvis olacaktım
'Gitarla ortaokulda tanıştım ama hala adam gibi çaldığım söylenemez. Kabiliyetsiz değilim fakat benimle birlikte çalmaya başlayan arkadaşlarım aldı başını, yürüdü. Figür olarak gitar hoşuma giderdi ama aklım hep şarkı söylemekteydi. Çok çekici geliyordu sahnede olmak. Şimdi bile nerede bir konser izlesem sahnedeki adamdan etkilenirim, tüylerim diken diken olur. Orada onun yanında olmak isterim... Küçükken hep Elvis Presley'in resimlerine bakar, konserlerine gitmek isterdim ama öyle bir imkanım olmadığından MFÖ'nün konserlerinin yolunu tutardım. Belki de durumum çocukça bir kompleksti. Sahnedeki adamlarla birebir bir ilişki kurmak isteyip bunu başaramayınca onlar gözümde birer idole dönüşüyordu. Sonraki dönemlerde ise o idolün kendim olmasını istedim. Kimbilir, içe dönüklüğüm aslında tam tersine bir durumu istememden kaynaklanmış da olabilir. Çünkü o kadar utangaçlığa, ürkekliğe rağmen hayallerim ve rüyalarım hep özgürlük ve kendine aşırı güven üzerine kuruluydu. Hala da beni dünyada en çok heyecanlandıran şey çocukluğumdaki şey, yani sahne ve müzik...'
                                                                                                                                                                                          Akşam online


Gönülçelen'in Hikayesi - 2,  19.01.2002


Kadınlar aslında ne ister?

Bazen kadın dergilerinde filan görüyorum 'Kadınlar şunu ister' diye ama biliyorum ki orada yazılanları istemezler. Hakikaten garip insanları seviyor kadınlar...

eoman kendisine ısrarla 'Aşk adamı' etiketi yapıştırılmaya çalışılmasından rahatsızlık duyuyor. 'Ben o adam değilim' diyor. Ve ekliyor: 'Tüm insanların kafasını, karşı cins ne kadar kurcalıyorsa benimkini de o kadar kurcalar...' İşte Teoman'ın 'ilişkiler'e yönelik görüşleri:

'Röportajlarda öyle bir portre çiziliyor ki, sanki gün içinde uyanık kaldığım 16 saatin tamamını aşk için harcıyorum.

Ahmet Altan'a davrandıkları gibi davranıyorlar bana da. Beni aşk adamı yapmaya çalışanlara ısrarla, 'öyle değilim' diyorum. Aşk ve sevgi önemli ama suyumu çıkarttığınız zaman da posam o olmuyor yani... Kendimden yola çıkarak erkekleri, kadınlardan daha iyi tanıyorum. Belki çok iyi tahliller yapamıyorum ama bildiklerimi üst üste koyduğum zaman en azından neye nasıl tepki vereceğimi biliyorum... Kadınları ise anlamaya çalışıyorum. En azından tecrübelerimle, bir durum karşısında bir kadının ne yapacağını biliyorum. 'Bir kadın bunu neden yapar'ı bilmiyorum ama nasıl tepki göstereceğini biliyorum... Bir kere kadınlar söyledikleri şeyi değil, tam tersini isterler. Bazen kadın dergilerinde filan görüyorum 'kadınlar şunu ister' diye ama biliyorum ki orada yazılanları istemezler. Çünkü o tarif edilen kişiden iki haftada sıkılırlar. Onlar daha dengesiz kişilikleri, çözümleyemediklerini isterler. Hakikaten garip insanları seviyor kadınlar...'

Mükemmel evlilik yok

Bu arada aşk hep var da evliliğe yer yok şarkılarında:

'Yaşadığım şeylere yer veriyorum şarkılarımda. Evliliği henüz yaşamadım. Böyle bir tecrübem yok ki yazayım. Öbür taraftan etraftan gördüğüm kadarıyla pek mükemmel gitmiyor evlilikler. Güzel gidenlerini de gördüm ama oranlamasına bakınca ne yazık ki hüsran... 1960 ya da 50'li yıllarda yapılanların şansları daha fazlayken 2001'de bu işin çok daha zor olduğunu görüyoruz. Zaten filmler bile değişti artık. Eski duygusal filmler yerini bombaların, silahların patladığı karelere bıraktı. İlişkiler de öyle. Birkaç ayda, haftada hatta günde bitiyor. Bizim çocukluğumuzdaki aşklar yok... Evliliğin üzerinde fazla düşünmediğim için onu şarkılarıma da yansıtmıyorum...'

Keşke efendi gibi askerlik yapsaydım

'17' isimli albümünün ardından askerliğini yapmak için bedelli olarak silah altına girer Teoman.

'Askerlik öyle bir şeydi ki en başta o dünyada kendini unutman gerekiyordu. Normalde benden on yaş küçüklerin bana emir vermesi koyar bana. Eh aslında on yaş büyüklerin de. Normal hayatta hep karşı çıktım emir almaya. Ama oraya giderken normal kimliğimi ve kişiliğimi dışarı da bıraktım. Çünkü gururumun incinmesinden korkuyordum. Ve çabuk geçecek diye şartlamıştım kendimi, bitirdikten sonra ise kendimi suçladım neden böyle bir ruh haline büründüm diye. İşten kaytarmak için hafif yılışıklıklar yapan, şuram buram ağrıyor diyen bir adam yerine efendi gibi yıkamalıydım bulaşıkları. Ama öyle yapmadım diye açıkçası şimdi utanıyorum ...'

Ben astronotum onlar kamyon

Ya rakipleri... Bazen Tarkan bazen de Mustafa Sandal'la kıyaslandı Teoman. O ise bu kıyaslamaları hep gereksiz bir ayrıntı olarak gördü... Kendisini diğerlerinden ayıran birçok neden var kendisine göre:

'O çocuklar içinde bulundukları durumu sorgulamıyorlar. 'Canımız ne istiyor'u değil de 'biz bunu yapmalıyız'ı düşünüyorlar. 'Ne kadar asi çocuklar' filan diye adlandırsak da, belirli bir disiplinin parçası olduklarına inanıyorlar. Yani altı tane korumadan azıyla gezilmez, her gün cilt bakımı yaptırıp, makyajla sokağa çıkmalıyım diye düşünen çocuklar bunlar... Kendimi kulvar olarak da o kadar farklı hissediyorum ki, bazen aynı mesleği bile yapıyormuşuz gibi gelmiyor bana. Durumu astronotla kamyon arasındaki fark gibi görüyorum. O kadar büyük yani fark... Benim jenerasyonumdaki ya da daha küçük yaştaki çocukları izlerken, avantajım şu oluyor, 'onlara bakıp, neler yapılmaması gerektiğini görüyorum.' Bana hakikaten yaptıkları şeyler, hayalleri, düşünceleri; yapılmaması gereken şeyler olarak geliyor. Ve onlar yapıyorsa yapmamalıyım diyorum kendime. O kadar iyi bir sağlama ki o çocuklar, bence hemen hemen hepsi yanlış yolda. Ama isterim ki içlerinden çok iyileri çıksın. Bu kulvarı ben yarattım içine kimse girmesin diye bir düşüncem yok çünkü.'

Benim şarkılarım gerçek

Herkesin kendisinden bir şeyler bulduğu, dinlendikçe anlamlar yüklenen adına da 'Teoman şarkıları' denen bir tarz yarattı kendine.

'Benim şarkılarım farklı çünkü gerçekçi. Aşklar harika değil en başta. İnsanlar mükemmel değil ki, ilişkileri mükümmel olsun. Onun için şarkılarımda daha ziyade biten aşklar, sevgisizlikler, yeteneksizlikler var. Bunlar içimdeki duygular ama sürekli aynı şeyleri de hissetmiyorum elbette...'

Hülya Avşar çok hoş, ona bayılıyorum

Hülya Avşar Show'a katıldım. İnsanlar gülüp eğlendi, ben de gitarımı çaldım. Hülya çok hoş bir kadın

İlk bakışta popüler şeylerden hoşlanmayan bir adam portresi çizse de, kimi zaman Hülya Avşar Show, kimi zaman da BBG gibi geniş kitlelerce izlenen programlarda boy göstermekten geri kalmadı Teoman. Yaptığı belki herkesin yaptığıydı ama yine de hayranları bu durumu yadırgadı zaman zaman. O ise gelen tepkilere şu cevabı veriyor:

'İnsan bazen gündelik yaşıyor. 'Hülya Avşar'a gider misin?' dendiği bir gün kendimi iyi hissedersem gidiyorum. Ama o gün iyi değilsem, 'Hayır, ne işim var'da diyebiliyorum. Tam bir prensibim yok o konuda. O aralar rahattım ve Hülya Avşar'a gittim. Çünkü hoş bir kadın, bayılıyorum ona. İnsanlar gülüp eğlendi ben de gitarımı çaldım. Eğer bu yaptığım benim çok sevdiğim müziğe pozitif katkı yapacaksa orada geçirdiğim iki saatin benim için ne gibi bir sakıncası olabilir ki... Fakat kendi içimde beğenip, beğenmeme çıtam sürekli değişiyor...

Bazen sabahları buraya oturup, anayasalar yazıyorum kendime... Ama yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Çünkü pişman olmayı gururuma yediremem ben. Eğer çok üzerime gelinirse, 'Ne yapayım, dinlemezseniz dinlemeyin' derim. Tıpkı neden oraya gittin, buraya çıktın diyenlere 'Ne yapayım albümümü almazsanız almayın' dediğim gibi. Çünkü kimseye borcum olduğunu düşünmüyorum. Bir de o kadar acil kararlar veriyorum ki, bu kararlarımda yanıldığım zaman üzerimi karalayacaksa insanlar, yine karalasınlar. Benim yaptığım hata ufacık bir şey, ama o ufak hatayı unutturacak o kadar şeyim var ki. Onları bir bilseler beni daha da fazla severler.' 

19 Nisan 2014 Cumartesi

Çok Farklı Açılardan Teoman (Nuriye Akman Röportajı, 07.04.2002)

Matematiğe çok meraklılığı, gençlerin sevgilisi oluşu, hayata farklı bir bakış açısı ile şarkıcı Teoman'ı farklı yönleriyle tanımak istedik...

Matematiğe çok mu meraklısın? 
Matematik çok sevdiğim bir dal. Düşünce sistemimi onun üstüne kurdum. Her şey matematiksel bir süzgeçten geçirilmeli diye düşünüyorum. 



Ama matematik dünya hakkında, net bir şey bilemeyeceğimizi de söyler bize. Sonsuzluğun öteki adı değil midir matematik? 
Evet, bir yerden sonra bilemiyorsunuz. Sevgilinizle ilişkinizi matematikle düzeltemezsiniz tabii. 



Dolayısıyla “Sonsuz bilinecek şeye karşı elimde hiçbir araç yok. Şu dünyada yapayalnızım” diye düşünüyor musun? 
Şimdi ya her şeye çok yüzeysel bakar, kafanızı fazla yormazsınız. Üç beş tane best seller kitap alırsınız. İşte Yüreğinin Götürdüğü Yere Git, bilmem ne. Dersiniz ki, her şeyin başı sevgi falan. Kendinizi öyle kurgular gidersiniz. Ya da nihilist takılırsınız. O skala içinde ya dinlere, ya kendinize, ya halka inanırsınız. 


Sen skalanın neresindesin? 
İnançla inançsızlık arasında sürekli dolaşıyorum. Nihilizmle tamamen bir şeyin varlığına inanma arasında gidip geliyorum. Sonsuzluk kavramı beni korkutuyor. Dün akşam düşündüm. Beş milyon yıl içinde benim 30 senelik ömrüm nedir ki? Ayrıca 30 senelik ömrü de 6 milyar insanla paylaşıyorum. Ben kimim o sonsuzluk içerisinde? Peki o kadar önemsizsem, mutsuzluğum niye var? Onu bertaraf edersem, mutluluğumu da bertaraf edeceğim. 



Bunları dengede tutamıyorsun yani. 

Mutsuzluğumu mutsuzluk olarak yaşayıp, o sonsuzluk içinde kendimi bir kum tanesi görmeyeyim mi, yoksa göreyim mi? Buna karar veremedim. 


Matematik, sosyoloji ve işletme okumuş biri olarak inanç istasyonunda durakladığın anları konuşalım mı? 
Çok net olarak “Tanrı’ya inanmıyorum” dediğim dönemlerim oldu. O dönemlerimde bile “Acaba var mı?” dediğim anlar vardı. Onun öncesinde de kimsenin etkisi altında olmadan, inandığım, kendi kendime Kur’an kursuna, namazlara gittiğim bir dönemim var. İlkokul yıllarım. Şimdi artık, insanın içinde aynı zamanda hem inançsızlık hem de inancın olduğunu öğrendim. Dünyanın en inançlı insanının içinde bile, milyonda bir “Acaba?” diyen bir sesi olduğunu veya tam tersine, dünyanın en ateist insanının içinde bile, “Belki vardır ya” diye düşündüğünü sanıyorum. 


İçindeki karşı akıntıları izlemekten yorgun olmalısın... 
Onun miktarı bende hep çoğalıp azalıyor. Benim umudum Tanrı’nın var olmasında. Çünkü bu dünyada adalet tam anlamıyla yok. O yüzden gerçek bir adalet koyucuya ihtiyacımız var. Umarım Tanrı vardır. 



İlkokulda kim seni etkiledi? 
Hiç kimse. Kırk yılda bir mevlit falan olurdu; ama biz onların dışındaydık. Sadece anneannem bana kulhüvallahüahad’ı öğretti. Düşünüyorum da, beni Kur’an kursuna da, ateizme ******üren de aynı merak aslında. Bayağı Arapça yazardım da yani. Ben, kutsal kitapların tümünden süzülmüş o pozitif şeylere zaten canı gönülden inanıyorum. Emin olduğum bir şey var. Hz. İsa ortaya çıktığı zaman onun etrafında olsaydım, arkadaşlarından biri olurdum. Hz. Muhammed de ortaya çıktığı zaman orada olsaydım, ona inananlardan biri olurdum. 



Ya Hz. Musa? 
Hz. Musa ile çok ilgilenmedim; çünkü Musevilik’te benim hoşuma gitmeyen, eşitlikçi olmayan, ırkçı, ötekileri küçümseyen, aşağılayan bir şeyler var. 


Bütün dinlerin kökü bir. Hz. Musa’nın böyle bir şeyi talep etmesi mantıklı mı? Sonradan değişti belli ki. 
O yorumlara girmeyelim. Ben baştan diyorum ki Hz. Muhammed’le tanışsaydım onu severdim. Hz. İsa ile tanışsam onu da severdim. O zaman dinler benim için tukaka şeyler değil. Onların belki de o zaman için doğru olan sözlerini, uygulamalarını ikibinli yıllara taşımak bazılarına zorluk veriyorsa, onların biraz daha yumuşatılması gerekebilir. Benim içimde bir Tanrı kavramı var; ama onu fazla didiklememeye çalışıyorum. İslam benim için annemin, babamın, dedemin, dostlarımın dinidir. Sevdiklerimin sevdiği bir şeyi ben de sevebilirim. Sevdiklerim önem verip, hayatlarını ona göre inşa ettikleri için, dinin biraz kollanmasının gerekli olduğunu, hiçbir şekilde incitilmemesi, hakaret edilmemesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. 




Biraz şarkıcı Teoman’ı konuşalım. Bir yandan “üne takmaz” pozlardasın. Öte yandan daha çok konser vermek isteyen, konserde genç kızların çığlık çığlığa “Teo” diye bağırışlarından, alkışlardan büyük haz alan bir adam var. 
Doğru. 


Öyleyse konserleri bir ayine benzetiyorsundur sen. Seyircilerin sana tapındığını düşünüyor, onları tebaan, kulların gibi görüyor olmalısın. 
Evet, sahnede tamamen o eşitlikçi kimliğinden çıkıyorsun. On yaşından beri kurduğun hayallerini gerçekleştirmenin verdiği bir güven var. Ben her an kendine çok güvenen bir insan değilim. Bazen kendimi çok değersiz gibi de hissediyorum. Ama işin içerisinde müzik varsa, sabah kendi albümümü dinliyorsam, konserdeysem, albümü açtığım zaman kendi resmime bakıyorsam, kendime inanılmaz derecede güven geliyor. 25 senedir şarkıcı olmak istiyorum ben. 



İyi ki de olmuşsun. 

İyi ki de olmuşum hakikaten. O kadar çok sevdiğim, günlerimi, gecelerimi, yıllarımı geçirdiğim bir şeyi başarmışım. Arada bir kendimi çok kötü hissettiğim zaman, bunu düşünüp rahatlıyorum. Ama onun çok önemli olmadığının da farkındayım. Eninde sonunda nedir şarkı ya? Birilerine güzel duygular veriyor o kadar. Dünyalar, medeniyetler, kültürler ve 6 milyar insan içinde, 5 milyon yıllık geçmişte ben önemsizsem, şarkı daha da önemsizdir. 



İçindeki sarkaç, sahneye çıkınca öte yana savruluyor; ama... 
Evet, konserde o mantık ortadan kalkıyor. İşin içine dostî güdüler giriyor. 30 bin kişi sizin şarkılarınızla salınıyor. Sizin o küçücük odanızda yazdığınız minicik bir şarkıyı binlerce insan haykırıyorsa, 500 bin kişi albümünüzü alıyorsa, bir milyon kişi sizi dinliyorsa, şarkılarınız insanların birbirlerine gönderdikleri mesajlar haline geliyorsa, defterlere yazılıyorsa, birdenbire kendinizi tamamen “Tanrı” gibi hissedebiliyorsunuz. 




”Tanrı olmak” bir insan için çok ağır bir yük olsa gerek. 

Doğru, neyse ki bu, konserin her anına yansımıyor. Hakikaten de çok yorucu bir şey. Konsere çıkmadan evvel vücudum değişiyor. Yürümem değişiyor, tavrım değişiyor. İçimde başka bir şey oluyor. Normalde gün boyu hiçbir şekilde hissetmediğim dostî bir şey oluşuyor içimde. Bunu mesela futbol seyrederken anlıyorum. Golü atan o çocuğun halini çok iyi anlıyorum. Muhammed Ali, “en büyük benim” dediğinde de onu anlıyorum. 



Anlaşılan o ki bu “Teoman Teoman” haykırışları senin kendine aşkını kışkırtıyor. Ya bu alkışlar senin özünü solucan gibi kemirirse? 
O sesler olmazken de ben onları hayalî olarak hissediyordum. 25 senedir bana “Teoman Teoman” diye bağırılıyor hayallerimde. Benim de idollerim vardı. İdollere sahip olmak aslında idol olmak isteğiymiş. Şu anda beni idolleştiren, en önde ağlayan zırlayan o kızlar da idol olmak istiyor. 


Teo, senin içinde hep iki zıt kutup savaşıyor; öyle değil mi? 
Tabii, öyle. Bir tanesi “İnsanlara önem verme” diyor. Gururum da diyor ki “Hayır sen ne düşünüyorsan, ne hissediyorsan odur doğru. Onlar önemli değildir.” Tekrar öteki ses, “Onlar seni beğenmezse sen yoksun” diyor. 


Dolayısıyla alkış, hem zehir hem vitamin sana. 
Evet, eroin gibi aslında. Gitgide daha azı tatmin etmiyor. Korkunç bir şey. Kendimi terbiye etmeye çalışıyorum. 


Şimdi ölümden söz açsam, konuşmak çok hoşuna gitmez değil mi? 
Ölüm sürecine girmekten çok korkuyorum. Diyelim ki bir tıp dergisini okusam, Tv’de bir sağlık programı seyretsem, orada bir hastalığı anlatsalar, “Boğazda şişkinlik olur” deseler, birdenbire boğazım ağrımaya başlar. “Hakikaten var” galiba diye gider aynaya bakarım. Ondan sonra “Burun deliklerinde şöyle olur” diyor, gidiyorum burnuma bakıyorum. Babamdan, amcalarımdan, amcamın oğullarından, anneannemden ötürü ölüm benim için önemli bir kavram. 

Çünkü daha 10 yaşına gelmeden en sevdiğin insanları kaybettin. 
Doğru. Onların haricinde benim ölümden hiç korkum yoktu. Hatta o kadar korkmazdım ki, hızlı arabaların geçtiği trafiğe atlar, hafif hafif onların aralarından geçerdim. Kendimi kanıtlamak, korkmadığımı göstermek için. 



Sürekli başka başka ikilemlerden bahsediyoruz. 
Evet, trafikten korkmazdım; ama ölüm kavramı da kendi içinde büyümüş, beni zorlayan bir şey olmuş. Benim zamanla ilgili bir korkum da var. Sürekli şöyle oluyor: A daha dün cumaydı. Bir cuma daha geçti. Bir hafta daha geçti. Çocuklukta hayat çok ilerde diye düşünüyordum. 


Dirilişe inanmamak mı provoke ediyor ölüm korkunu? 
Tanrıya çok inandığım zamanlarda ölmeyeceğime de yani ölümden sonraya da inanıyorum. Eğer inançsızlık zamanımdaysam “Solucanlar bizi yiyecek. Orada bitecek her şey.” diyorum. Şimdi o ikisi arasında gidip gelmek, insana manevra kabiliyeti veriyor, dünyayı başka türlü algılıyorsunuz. Sizin dışınızda oluyor her şey. Bir sürü perspektifiniz oluyor, daha iyi anlıyorsunuz. Ama bu aynı zamanda çok da yorucu bir şey. Keşke tek bir perspektifim olsa diyorsunuz. Bazen o tek perspektife doğru yoğunlaşıyorsunuz, katılaşıyorsunuz. Bazen de yumuşuyorsunuz, perspektif çoğalıyor. 



Özetle kader, senin aracılığınla dünyaya ne mesaj veriyor? 
Minicik bir sinek bile dünyanın gidişatını değiştiriyor. Kaderin içinde onun varlığı bir zorunluluksa, o sineğin bir önemi varsa, benim de var dünyanın gidişatında. Belki de ben olmasam Bin Ladin diye biri de olmayacak. Tanrı’nın benimle vermek istediği mesajı bilemiyorum. Umarım birilerinin mutluluğu için varımdır. 

Sen şimdi bunun da tersini düşünüyorsundur. 
Evet, yav ne garip adamım ben, sevdiklerimi mutsuz ediyorum, diyorum bazen. Kavgacı olduğumu hissettiğimde bir mutsuzluk üreticisi gibi görüyorum kendimi. Ve üzülüyorum. Tersini hissettiğim, birilerine bir şeyler verdiğim zaman, onların hayatlarını daha dayanılır kıldığım, mutluluk dağıttığımı düşündüm zaman o bana mutluluk olarak geri geliyor. 




İki buçuk yaşında babayı kaybetmek ve baba figürü olmadan büyümek üstüne konuşmak ister misin? 
Bir kere bir varlığın yokluğunu hissederek büyümüyorsunuz. Çünkü ben babamı tanımadım. Bir şey eksik; ama o şey ne onu bilmiyorsunuz. Asıl yaralayan, sizin bir şeyinizin yokluğuna başka insanların o acıyan bakışları. Üç yaşında, beş yaşında olabilirsiniz; ama acınmak istemiyorsunuz. O yüzden de insanlara mümkün olduğunca babamın yok olduğunu söylememeye çalışıyorum.


Nasıl öldü baban? 

Birçok hastalığı varmış. Öyle bindenbire, kendine dikkat etmediğinden, ilaçlarını almadığından, kendi suçundan otuzüç yaşında ölmüş babam. 



Şimdi bir de artist oldun. Film çalışman var. 
Evet, “Mumya Firarda” adında bir film. Türk–Mısır ortak yapımı. Ekimde 16 Arap ülkesinde ve Türkiye’de vizyona çıkacak. 


Bir yandan Kahire’de filmi tamamlamaya çalışırken her hafta sonu da İstanbul, Ankara, Almanya konserlerin oluyor. Çok yorucu olmalı... 
Çok yorucu; ama müzikten uzak kalırsam yaşayamam. Az konser verdiğim zamanlarda kişiliğim değişmeye başlıyor. Benim konserlere ihtiyacım var artık. Yoksa mutsuzlaşıyorum. Varlık nedenim ortadan kalkıyor sanki. 


Anladım. O alkış eroinini alman, benliğine biraz “Teoman” haykırışı zerk etmen lazım. 
Evet. Bir şekilde sahneye çıkmak zorundayım. Normalde mutlu olsam ve oraya çıkınca da mutlu olsam iyi bir şey olurdu. Ama öyle değil. O konser sizi normalize eden bir şey artık. Konser vermediğim zaman anormalim. Odada arkadaşlara çaldığım zaman mutlu olmuyorum. Benim gerçekten sahneye çıkmam lazım. Konser adedini azaltamıyorum. 



Diğer sanatçılar da böyle midir? 

Yok değil. Hatta birçoğuna parasını verseniz konsere çıkmazlar. Benimki tam tersi, ben parasını almayayım; ama konsere gideyim. Benim oraya çıkmaya ihtiyacım var. Ben o şarkıları söyleyince bir sürü şey birbirine bağlanıyor. Çünkü o şarkılarda gerçekten kendimi anlatıyorum. Anlatırken o yazdığım zamanı hatırlıyorum. O yazdığım zamanı hatırlarken daha önceki çocukluğuma dönüyorum. O gitar çaldığım zamanı hatırlıyorum. Onların hepsinin bende güzel güzel yükleri var. Onların hepsi birdenbire film şeridi gibi önümden geçiyorlar. Yani orada insanların güzel tepkileri var. Sahnedeki teknik performanstan mutlu olmam ve bütün eski hayallerimle her şey bir araya gelince rehabilite oluyorum. 


Röportaj: Nuriye Akman